Vatan Gazetesi'nde bundan tam 60 yıl önce, 8 Mayıs 1956 tarihli sayısında
Rebia Akil Ergüven'in Yıldız Sağır-Dilsiz Okulu'nu anlattığı
"Cennetin kapılarını açan sabır" başlıklı bir yazısı çıktı.
Aşağıda bu yazının kupürünü ve tam metnini sunuyorum:
Rebia Akil Ergüven'in Yıldız Sağır-Dilsiz Okulu'nu anlattığı
"Cennetin kapılarını açan sabır" başlıklı bir yazısı çıktı.
Aşağıda bu yazının kupürünü ve tam metnini sunuyorum:
Dilsizler, Yıldız'daki ocakta sabır sayesinde dilleniyorlar
Ben, belki de birçoklarınız gibi, dilsizler hâlâ işaretle
konuşturulmağa alıştırılıyor kanaatindeydim. Halbuki bilâkis işaretten
tamamiyle uzak, sizin benim gibi, herkes gibi ses çıkararak konuşturmak gayesi
gözetiliyor. Sınıfları bir bir gezerek neler, ne fevkalâdelikler gördük
Yarabbim…
Bütün koridorlarda, hayrın lüzumunu hatırlatan levhalar
asılmış. Gerçek cennetin kapılarını açan sabır, hiçbir yerde burası kadar
lüzumlu değil… İşin bir tuhaf noktası
şu: Mektepte müdür ve müdür yardımcısından başka, bütün öğretmenler kadın.
Burada muhakkak lâzım olan Eyüp peygamber sabrı meğer kadınlara vergi imiş…
Erkekler bu haslete bu kadar kat’i bir surette
kabil değil sahip olamıyorlarmış. Esas noktalardan biri de, öğrencinin
hocasına sevgi ile bağlanması imiş… Arada kuvvetli bir sevgi bağı olmadan hiç
bir netice elde etmenin imkânı
olmadığına bütün öğretmenler kâni…
İlk sınıfta, hoca önündeki yedi yaşında, parlak, zeki gözlü
bir yavruya (Siyah) kelimesini öğretiyordu. Çocuk bir elini hocanın çenesi
altında tutuyor, bir parmağını ağzına sokmuş, dilin hareketlerini inceliyordu.
Sonra söylemeğe çalışarak , parmağını kendi ağzına soktu, diliyle ayni
hareketleri yaparak, nihayet siyah kelimesini çıkardı ve bu her talebe ile, her
kelime için tekrarlanan modern usul… Çocuk, yavaş yavaş dudak hareketlerini
takip ederek ne dediğinizi anlıyor, size biraz tuhaf, biraz boğuk bir sesle
cevap veriyor, yâni konuşuyor. İleride cemiyet arasına karışıp mevkiini
alabilecek…
Bir sınıfta gramer dersinde bulunduk. Mastarların sigalarını
öğretiyorlardı. Yabancı bir lisanı öğretir gibi, hoca sigaları inceliyor,
kelimeleri bir bir anlatıyordu.
Resim dersi, bilhassa alâka çekici idi. Kelime ile, lisan
ile kendilerini ifade edemiyen bu
yavrularda, olağanüstü bir resim istidadı var. Öyle hareketli, öyle mânalı
resimler yapıyorlar ki hayret ettik…
Tarih sınıfında, bir genç kız bize Atatürk hakkında güzel ve
yüklü bir iki cümle söyledi. Konuşuşundaki açıklık ve berraklık insanın gözünden
yaş getiriyordu vallahi…
Mektebin balerini diye takdim edilen dokuz, on yaşındaki bir sevimli küçük kız, öyle
âhenkli, öyle mevzun jestler ile bir klasik dans gösterisi yaptı ki hayran
kalmamak imkânsızdı. Bu yavru, bu ritmi, bu ahengi hep içinde, ruhunda tutuyor
bütün tavırları, ayak hareketleri, yüzünün ifadesi, ellerin, kolların
kımıldanışları çok güzel ve manalı idi.
Mektebin her tarafını, her noktasını gezdik. Muazzam bir jimnastik salonları var. Bağırıp,
konuşamayan bu yavrular bu salonda hırslarını tatmin ediyor, istedikleri kadar
şamata ve gürültü edebiliyorlar.
Zaten çok sessiz ve sakin tahmin edilen bu mektep bilâkis
çok gürültülü. Hele ilk sınıfların öğrencileri bütün asabiyetlerini, bütün
hırslarını ancak şamata ederek teskin edebiliyorlar…
Mektepteki intizam ve temizlik her türlü takdirin üstünde.
Yemekhane, mutfak, her taraf neşeli, temiz ve sade. Hayatta çok zaman, insanlardan ayrı, kendi dahili hayatlarına
çekilip yaşamak zorunda kalacak bu yavrulara, hemcinsleriyle temas imkânları veriliyor.
Benliklerini, kişiliklerini izhar gücü temin ediliyor, herkes gibi konuşabilmek
saadeti ve neşesi hazırlanıyor.
Üniversite veya yüksek öğretmen mektebi mezunu olan hocalar,
ayrıca Avrupalı uzmanlar nezaretinde çalışmış, kurs görmüşler. Hepsinin yüzünde
derin ve tatlı bir sabır, sonsuz bir sevgi, talebesini anlamak ve onlara yardım
etmek, insanlık yolunda feyizili adımlar attırmaktan yapılmış huzurlu bir ifade
var. Müesseseden ayrılırken benim de içimde derin ve hudutsuz bir saygı ve
insanlara karşı itimat ve iman vardı.
.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder